Kaygı (Anksiyete) Bozuklukları...

06:28 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 0 Yorumlar



Bir tehlike ya da uyarı sinyali olan “kaygı” aslında herkesin zaman zaman hissettiği normal ve yaygın bir duygu… Diğer bir deyişle, dışarıdan zarar gelecek korkusuyla yaşanan ruhsal, zihinsel ve fizyolojik uyarılmaya kaygı adı veriliyor. Kaygı korkudan farklı bir duygu… Belli bir derecede kaygı her zaman insana gerekli oluyor, çünkü bu kaygı kişiyi tedbirli olmaya sevk ediyor. Ancak “savaş veya kaç” olarak tepki verilen kaygı, kişinin günlük hayatındaki işlevselliğini olumsuz yönde etkilemeye başladığı zaman bir sorun olarak kabul ediliyor. Telefonla sürekli tehdit edilen kişinin bazı ruhsal ve fiziksel endişe belirtileri göstermesi gibi, kaygının süresi ve belirtileri, içinde bulunulan stresli duruma uygunluk gösteriyorsa bir bozukluk olarak kabul edilmiyor. “Anksiyete (kaygı) bozukluğu” ise kişinin ruhsal, zihinsel ve bedensel işlevselliğini olumsuz yönde etkileyen, süresi ve belirtileri içinde bulunulan duruma uygunluk göstermeyen çeşitli kaygı durumlarına verilen genel kapsamlı bir tanım… 

(1) Kişinin kaygıdan dolayı meslek ve aile yaşamında güçlüklerle karşılaşması,
(2) Arkadaş, komşu, tanıdık ve aile üyeleri ile olan ilişkilerde sorunlar yaşaması,
(3) Günün büyük bir bölümünde kişinin aklını olumsuz yönde meşgul etmesi,

(4) Kişinin korku ve kaygılarını kontrol altında bulundurmakta güçlük çekmesi
(5) Yukarıdaki sorunların en az 6 aydır devam ediyor olması durumlarında kaygı bozukluğundan söz edilebiliyor.

EN SIK GÖRÜLEN KAYGI BOZUKLUKLARI…

Sosyal ortamlarda endişe hissini artıran ve kişinin rahatsızlık duymasına yol açan sosyal kaygı ve sosyal fobi, sınavda performans düşüklüğüne yol açan sınav kaygısı, hastalanma veya kirlenme gibi endişelerle gelişen obsesif bozukluk gibi durumlar kaygı bozukluğu olarak biliniyor. Yani kaygı birden fazla biçimde ortaya çıkabiliyor. En sık görülen kaygı bozuklukları ise; (1) panik bozukluğu ve agorafobi, (2) yaygın anksiyete bozukluğu, (3) özgül fobiler, (4) sosyal fobi, (5) obsesif kompulsif bozukluk veya (6) posttravmatik (travma sonrası) stres bozukluğu şeklinde sıralanabiliyor.



NE TÜR BELİRTİLERİ OLUYOR?

Aşırı sinirlilik, kalp çarpıntısı, gerginlik, yerinde duramama gibi kendisini gösteren kaygı bozukluğu; kişide bazen sadece hafif bir rahatsızlık şeklinde kendini gösterebiliyor. Bazen panik hali, yerinde duramama, nefes alamama belli yerlere gitmekten kaçınma gibi şekillerde ortaya çıkabiliyor, bazen de sınav kaygısı gibi durumlarda sindirim bozuklukları gibi bedensel sorunlara, dikkat eksikliği gibi ruhsal sorunlara yol açarak başarısızlığa yol açabiliyor. Kaygı bozukluklarında; endişe, korku, kötü bir haber alacağı beklentisi, sinirlilik, irkilme, aklını kaybedeceği korkusu, gerçek dışılık hissi, dış dünyaya yabancılık hissi, kendi bedenine veya vücudunun bir parçasına yabancılık hissi, kontrolünü kaybetme hissi, ölüm korkusu gibi ruhsal belirtiler ve titreme, ağız kuruluğu, soğuk-sıcak basması, kalp atışında artış, nefes alamama, yutma güçlüğü, baş dönmesi, uyuşukluk, kas ve göğüste ağrı, sindirim sisteminde sorunlar, sık idrara çıkma gibi bedensel belirtiler ortaya çıkabiliyor.

KAYGI BOZUKLUKLARINA NELER YOL AÇABİLİYOR?

Aşırı stres, doğal afetler, büyük kazalar, hastalıklar, uyku bozuklukları ve yeme bozuklukları, cinsel işlev sorunları, yakınlarını kaybetme, sevdiklerinin ölümü, ağır hastalık geçirilmesi, büyük acılar yaşama, sevilmeme ve değerli hissedeme gibi çocukluk travmaları, olumsuz anne baba tutumları, fiziksel ve duygusal şiddete maruz kalma veya şahit olma, aşırı koruyuculuk, fiziksel veya ruhsal istismar veya aşırı baskı kaygı bozukluklarına yol açabiliyor.

TEDAVİSİ MÜMKÜN…

Duygu, düşünce ve davranış kalıplarına bağlı olmayan aşırı kaygı, ruhsal bir bozukluğa dönüşmeden “stresle başa çıkma teknikleri”, “ nefes ve gevşeme egzersizleri”, “oto-hipnoz uygulamaları”, “EMDR” veya “EFT” gibi doğal yöntemlerle azaltılabiliyor. Kaygı bozuklukları ilaç tedavisi veya psikoterapi ile tedavi edilebiliyor.

0 yorum:

Ne Zaman Terapiste Başvurmalıyım?

12:20 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 0 Yorumlar



Terapi sadece ruhsal sıkıntıların çözümlenmesi ile sınırlandırılamaz aynı zamanda sağlıklı bireylerin daha bilinçli olmasına da yardımcı olarak hizmet verebilir. Çünkü terapi kişinin duygu ve düşüncelerinden dolayı yargılanmadan güvenli bir ortam içinde sorunlarını incelemesine imkan yaratır ve geçmişte yaşanan sorunlarla şimdikileri anlamlı bir şekilde birleştirerek farklı bir bakış açısı getirir.

NE ZAMAN TERAPİSTE BAŞVURMALIYIM?
“Ne zaman terapiste başvurmalıyım?” sorusu birçok kişinin kafasındaki sorulardan biridir. Bu sorunun kesin bir yanıtı yoktur. Ancak kişi; duygusal sorunlarının çözümü için kendine zarar verici davranışlar içine giriyorsa, iştahtan kesildiyse, uyku düzeni bozulmuşsa, ilişkilerinde aşırı problemler yaşıyorsa, büyük bir kayıp yaşadıysa, stresini daha fazla kontrol edemiyorsa, kendine güven eksikliği ya da başarısızlık duygusu yaşıyorsa, cinsel hayatta sorunlar yaşıyorsa, iş yerinizde zorluklar baş göstermeye başlamışsa, konsantre olamıyorsa, kendini mutsuz, çaresiz ve umutsuz hissediyorsa, terapiye gidip gitmemeyi sorgulamaya başlamışsa, vb. durumlarda bir terapiste başvurmak için doğru zaman gelmiş demektir. Kişinin yaşadığı olumsuzlukları kabullenip bir terapiste başvurması tedavinin yarısıdır. Diğer yarısını da TECRÜBELİ BİR TERAPİSTİN yardımıyla kolaylıkla halledecektir.

HER SORUNUN KAYNAĞI KİŞİNİN İÇİNDE GİZLİDİR…
Her sorunun çözüm kaynağı kişinin içinde gizlidir. “Sel gider, kumu kalır!” misali insanoğlu yaşadığı olayların çok azını hatırlar. Bilinç düzeyinde anılardan çok, anıların sentezleri ve çıkarımları vardır. Ruhsal olarak sıkıntılı bir insanla sağlıklı bir insan arasındaki en büyük farklardan biri; sağlıklı insanın geleceğin korkularını ve geçmişin yükünü taşımadan, içinde bulunduğu anda herhangi bir kaygı duymaksızın nasıl mutlu yaşayacağını bilmesidir. Biz insanlar geçmiş ve geleceğin o denli etkisi altındayızdır ki; çoğu zaman çocukluğumuzun altın günlerini anarız ya da bizi en fazla keyiflendireceğini düşündüğümüz yaşamımızın bir parçasını sıkça zihnimizde tutarız. Bu durumun nedenini, o günlerin kaygısız ve hayatın sorumluluklarının omuzlarımıza henüz çökmediği günler olmasıdır. Bu nedenle geçmiş terk edilmediği, halen şimdiki zamana sızdığı için kişi sıkıntıdadır. Ama şimdiyi yaşamak; hayatın anlamını kavrayarak kişinin kendi sorumluluğunu almasıdır. Yıllardır terapistler insanların sıkıntılı zamanlarında onlara yol göstermeye çalıştılar, onların endişelerini, korkularını, üzüntülerini paylaşmak adına dinlediler ve “Yanınızdayız, dilerseniz çözersiniz, yeter ki isteyin!” mesajını verdiler. Terapistler için önemli olan “Siz şu an sıkıntıdasınız, ben sıkıntınızı anlıyor, önemsiyor ve üzülmenizi istemiyorum!” diyebilmektir.

TERAPİSTE BAŞVURMAK…

Terapiye “Ben bu sorunla veya sorunlarla yaşamak istemiyorum ve tedavi olacağım!” diyen kişiler alınmalıdır. Çünkü danışan terapistine kendini anlatmak, öğretmek ve teslim etmek istemelidir. Terapistte danışanını anlamak için, var olan bilgilerini ve tecrübelerini, sezgilerini, duygularını ve hatta başarısızlıklarını da bir araç olarak kullanmalıdır. Terapist kalıplaşmış bilgilerin yerine, her danışanı tek ve eşsiz gören bir yaklaşımı kabul etmelidir. Terapi daha mutlu ve sağlıklı bir yaşam için uygun olan bir adımdır. Bunun için size en yakın terapiste başvurmak ruhsal sorunları çözmenin yarısını oluşturur, geri kalan kısmı ise TECRÜBELİ BİR TERAPİST halledecektir.

0 yorum:

Evlilikler Geleceğimizi Belirleyecek...!!

04:41 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 0 Yorumlar



Toplumsal hayat ve yaşama yüklenen anlam günden güne, nesilden nesile değişiyor, peki ya bu değişimin sebebi ne ? Nesiller değişiyor ve çağımızın problemi haline gelen ruhsal problemler yaşamımızı tehdit etmeye artarak devam ediyor. Yapılan araştırmalar sonucu fiziksel rahatsızlıkların bir çoğunun altında psikolojik nedenler yatıyor. Evliliğin bu sonuca katkısı ne olabilir?

GÜNÜMÜZDE özellikle evliliklerin ilk yıllarında olmak üzere sorunlar yaşanıyor. Çiftler birbiriyle kıyasıya çatışma haline girerken birleşim noktası olan evlilikten çok kişilerin kendilerini ortaya koyması hedef oluyor ve ilişkilerdeki problemler bir noktada çözümsüz hale geliyor. İstenmeden yapılan evlilikler, ailelerin evli çiftlere müdahalesi, maddi kaynaklı sorunlar, kıskançlık ve bir çok nedenle yaşanan evlilik sorunlarına bir de çocuğun varlığı eklenince her şey içinden çıkılmaz bir hale dönüşüyor. Çocuğun varlığıyla birlikte geçmişin patolojileri tekrardan canlanıyor ve anne-baba-çocuk üçgeninde tüm ilişkiler değişiyor. Haliyle evliliğinden hoşnut olmayan kadın çocuğuna yapışıyor ve onu bir birey olarak kabul etmek yerine kendi uzantısıymış gibi algılıyor. Eşiyle yaşadığı her problemde sığınılacak liman olarak görülen ÇOCUK tüm kötü duyguların aktarıldığı bir çöp konteynırı gibi kullanılıyor ve olmaması gereken duygulara maruz kalıyor. 0-6 yaşında bu duruma maruz kalan çocuklar ilerleyen hayatlarında bir çok ruhsal bozukluğu da kendileriyle birlikte büyütmeye başlıyorlar. Kendine güveni olmayan, tedirgin, kaygılı ve daha farklı sorunlarında içinde olduğu bir yetişkinlik evresi onları bekliyor. Yaşanılan günün kalitesizliği, çeşitli stres bozuklukları, kaygı, kendi hayatını yönetememesi ve suçluluk duygusunun varlığı adeta kişinin hayatını felç ediyor ve kurduğu her ilişki geleceğin yansımalarını taşıyor ve patolojiler yeni nesillere aktarılarak devam ediyor.

Bu sebeple iyi bir evliliğin tüm sorunları engellediğini söyleyebiliriz. Sağlıklı nesiller yetiştirmek ve mutlu bir yaşam sürmek için; bireylerin evlenmeden önce kendilerini iyi tanımaları ve partneriyle ilişkisinde şahsi çıkarlarından çok evliliğin çıkarlarını ön planda tutmaları her anlamda MUTLU, SAĞLIKLI, HUZURlu bir hayatı beraberinde getirecektir.

0 yorum:

Evliliklerde Sık Yaşanan Sorunlar...

02:08 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 0 Yorumlar



Özellikle uzun süreli birlikteliklerde ve evliliklerde, zamanla aşk gücünü yitirmeye başlıyor ve yerini hararetli tartışmalara bırakıyor. Ne tuhaftır ki, yakın bir zamana kadar yan yana gelmek için can atılan partnerle artık aynı karede bulunmaya bile tahammül kalmıyor. Çünkü artık çift kendini sürekli bir tartışmanın ortasında buluyor. Peki, ama neden böyle oluyor? Çiftler birbirlerini gerçekten öyle çok seviyorlarken, bazen bilerek bazen ise bilmeyerek hangi konular hakkında tartışma çıkartıyorlar?

TARTIŞMALAR BOŞANMAYA YOL AÇABİLİYOR…

 Çiftler arasında geçen tartışmalar bütün ikili ilişkilerde yaşanan kaçınılmaz bir surun olarak karşımıza çıkıyor. Önemli olan problemlerin çıkış nedenlerini anlayabilmek ve değen konular üzerine tartışmak. Aksi takdirde, eğer çiftler sürekli olarak her konuda tartışıyorlarsa, boşanmaya doğru yol alınabiliyor. Etraftaki birçok çiftin boşanma kararı alması ya da yakın ailede yaşanan olumsuz deneyimler, çiftleri evlilik kurumundan soğutabiliyor. Oysa her insan mutlu bir evlilik yapmanın, hayat boyu bir yastıkta yaşamanın hayalini kuruyor. Bu hayalin kolay olduğunu söylemiyorum ama imkânsız da değil… Bunun için ilk önce yaşanılanlara yukarıdan ve dışarıdan farklı bir gözle bakmak ve yeni bakış açıları geliştirmek gerekiyor.

ERKEKLER SEVDİKLERİ KADINI MUTLU ETME FIRSATINI HİÇ KAÇIRMAZLAR…

Kadınların konuşurken partnerleri tarafından dinlenmemeleri en büyük kavga sebeplerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Erkekler her ne kadar dinlediklerini belirtseler de, aksini ispat etmeye çalışmak ve konuyla ilgili sorular sormak tartışmanın daha çok alevlenmesine neden olabiliyor. Genel anlamda erkeklere göre daha çok konuşmalarıyla tanınan kadınlar pek çok konuyu aynı anda konuşabilme ve dinleyebilme özelliğine sahipken, erkekler aynı özelliğe sahip değiller… Bu nedenle, uzun süre dinleme konusunda erkekleri suçlamak yersiz ve yanlış bir tutum oluyor. Dolayısıyla, bu konuda yapılması gereken en doğru davranış, kadınların önce erkekleri kendilerine odaklanmayı sağlamaları, sonra net ve yalın bir dil kullanarak tek bir konu üzerine konuşmaları ve daha sonra erkeklere herhangi bir çözüm üretmeleri gerekmediği veya sadece kendilerini anlamaya ihtiyaç duyduklarını ifade etmeleri gerekiyor. Çünkü erkekler sevdikleri kadını mutlu etme fırsatını hiç kaçırmazlar. “Beni dinlemene ihtiyacım var. Bir şey söylemene veya çözüm üretmene gerek yok. Sadece beni dinlemeye ve anlamaya çalış. Bu beni mutlu eder!” diyen kadın, erkeğe bu fırsatı vermiş oluyor. Ayrıca genel geçer konulardan ya da günlük olaylardan bahsedilirken kadının ilgisini çeken bir konu erkeğin ilgisini çekmeyebiliyor. Bu durumun göz önünde bulundurularak davranılması, büyük beklentilere kapanılmaması ve erkeğe dinlemediği için eleştirel tarzda suçlayıcı ifadeler kullanılmaması da önem taşıyor. Bu süreçte tartışma yaratmak yerine, küçük ama sevimli kelimeler seçmeye özen gösterilmesi ortamı yumuşatabiliyor.

 ERKEKLER TAKDİR EDİLDİKLERİNDE DAHA UZUN DİNLEYEBİLİYORLAR…

 Kadın ne kadar yorgun ve bitkin hissedersin hissetsin, erkek dikkatini verip onu dinlediğinde, dokunup ve sarılıp sevgisini ve ilgisini ifade ettiğine kadın rahatlıyor ve gevşiyor, yorgunluğu geçiyor… Bu nedenle konuşmayı sevmeyen erkeklerin hiç olmazsa bir nebze kadınları anlayıp, onlara karşı olan davranışlarını değiştirmeleri önem taşıyor. Çünkü kadınlar dinlendiklerini düşündüklerinde partnerlerinin onlara değer ve önem verdiğini, kabul ettiklerini ve buna bağlı olarak da sevildiklerini düşünüyorlar. Bu hisler kadınlar için çok önem taşıyor. Ayrıca, kadınlar duygularını ifade etme imkânı bulduklarında “Anlaşıldım, seviliyorum ve değerliyim!” hissini yaşıyorlar, gevşiyorlar ve rahatlıyorlar. Bu duygu yoğunluğu kadınların kendilerini dinleyen kişiye yakınlık duymasını artırıyor, yokluğu ise uzaklaştırıyor. Mutlu olan ve mutlu görünen bir kadının sıcak karşılıkları ve gülen yüzü, erkeğe pırıltılı bir görüntü sunan ayna gibi oluyor. Takdir edilmek ve hizmet edilmesi erkeklerin erkeksi yanını doyururken, iletişim kurmak ve dinlenmek kadınların kadınsı yanını doyuruyor…

AYAĞI YORGANA GÖRE UZATMAK GEREKİYOR…

Maddi harcamalar çiftler arasında tatsızlık yaratabilecek sorunların başında geliyor. Genel olarak baktığımızda, kadınların maddi harcamaları erkeklerinkinden iki kat daha fazla oluyor. Alışveriş yapmayı, kendine yeni kıyafetler ve makyaj malzemeleri almayı, sürekli olarak ev eşyalarını değiştirmeyi ve her gün kuaföre gitmeyi alışkanlık haline getirmiş bir kadınla kavga etmek erkekler için neredeyse bir rutin davranış haline geliyor. Ancak kavga etmek bu davranışların azalmasına yardımcı olmuyor, daha şiddetli tartışmaların yaşanmasına yol açıyor. Bu sonuçlara sebebiyet vermemek için “Ayağını yorganına göre uzat!” atasözünü hatırlamak gerekiyor. Ortak bir hayatın sağlıklı bir şekilde devamlılığı için gelir ve giderin gözler önüne serilmesi önem taşıyor. Bu nedenle çiftlerin ne kadar paraya ihtiyaçları olduğu konusunda birbirlerine karşı açık ve dürüst olmaları gerekiyor. Bunun dışında haftalık ve aylık bir bütçe yapılabiliyor ve yapılan harcamalar hakkında çift birbirine bilgi verebiliyor. Böylece çiftler tartışıp birbirlerini kırmak yerine, başarılı ve eğlenceli bir ilişkiye doğru yol alabiliyorlar.

SABIRLA BEKLEMEK VE YOL GÖSTERMEK GEREKİYOR…

Sakal tıraşından sonra lavabonun kirli bırakılması, tuvaletin kirli kalması, tuvalet kâğıdının değiştirilmemesi, kirli tabak ve bardakların kaldırılmaması, yiyecek jelâtinlerinin çöp kutusuna atılmaması, ev temizliğine yardım edilmemesi, yemek masası hazırlama ya da toplama işlemlerinde destek olunmaması, kirli kıyafetlerin çamaşır sepetine atılmaması, döküntülerin toplanmaması, ıslak banyo havlularının ortalık yerde ya da yatağın üzerinde bırakılması gibi pek çok konu çiftlerin tartışma konusu olabiliyor. Aslında düzelme ihtimali fazlasıyla olan fakat düzelebilmesi için fırsat verilmeyen bu tür davranışlara verilen olumsuz tepkiler, tartışmaların şiddetlenmesine sebebiyet verebiliyor. “Yaptırım dili” işveren ve işçi arasında olduğu kadar ikili ilişkilerde de oldukça sık kullanılıyor. Bu nedenle çiftin yapılmasını istedikleri bir şeyi talep ederken yıkıcı eleştirilerden, konuya sert girmekten, diretmekten ve kendi kendine söylenmekten kaçınması gerekiyor. Yapılması gerektiği düşünülen şey için partnere fırsat verilmesi ve görsel olarak algılamasını sağlamak bu süreçte önem taşıyor. Fırsat vermenin ana temasında “sabretme ve bekleme” yer alıyor. Yukarıda bahsedilen küçük problemlerin devasa boyutlara getirilmemesi için sabırla yapılmalarının beklemesi gerekiyor. Kadınlar bu süreçte çok yanlış bir şekilde, ister istemez toplama, yıkama, temizleme, derleme ve düzeltme gibi davranışlar sergileyebiliyorlar. Farkında olmadan, bu davranışlarıyla olayların akışını erkekler için alışkanlık haline getiriyorlar ve sonrasında birden bire erkeklerden talep etmeye başlıyorlar. Cicim aylarında gösterilen bu anlayışın bir süre sonra değişikliğe uğraması erkeklerin adapte olamamasına neden oluyor. Bu nedenle, tutarlı bir şekilde devam edilmesi ya da değişimin yavaş bir şekilde yapılması gerekiyor. Bunun için de partnerin yapmasına fırsat vermek ve görsel olarak algılayabilmesi için hiçbir müdahalede bulunmadan sabırla göstermek önem taşıyor. Böylece hem partnerin algı düzeyi değişiyor hem de tartışmadan uzak bir ilişki yaşanabiliyor.

ORTAK HESAP OLUŞTURULMASI İŞE YARIYOR…

Çiftlerin çatışmasına neden olan bir diğer önemli konu ise eski erkek veya kız arkadaş meselesi oluyor. Facebook kullanımının yaygınlaşmasıyla partner ilişkilerinde sorunlar artıyor. Bu sorunların ortaya çıkmaması için ortak bir facebook hesabı oluşturabiliyor ya da profil resmi kullanabiliyor. Böylece üyelik ve arkadaşlık talepleri çiftin otak onayıyla gerçekleşebiliyor ve facebook kullanımının bağımlılık haline getirilmesi önlenebiliyor.

DÖNÜŞÜMLÜ İZLEMEK GEREKİYOR…

Çağımız gereği pek çok çiftin çatışmasına neden olan sebeplerin başında diziler ve maç seyretme geliyor. Çiftlerden biri dizi izlerken diğeri maç izlemek isteyebiliyor. Bu durumlarda partnerler arasındaki gerilim yükselebiliyor. Fakat bu durumun tartışmaya dönüştürülmesi için teknolojinin ileri safhalarında olduğumuzun hatırlanması işe yarıyor. Dizi ya da maçı dönüşümlü olarak internet ortamında izlemek çok daha mantıklı olabiliyor. Böylece hem adaletli davranılmış hem ileriye dönük olabilecek çatışmaların önüne geçilmiş hem de gece mahvedilmemiş oluyor.

PİRE İÇİN YORGAN YAKMAYIN!

Eve ya da randevuya geç kalmayı çiftlerin tartışmalarına yol açan önemli problemler arasında ele almak gerekiyor. Geç kalmak denildiğinde hemen hemen herkesin aklına otobüsü kaçırmak, trafiğe takılmak ve hazırlanmak için vakit harcamak gibi olaylar geliyor. Bu tip durumlarda sağduyulu davranmak ve tartışmaya mehil vermeden geç kalma sebebini öğrenmek önem taşıyor. Çünkü yargısız infaz yapıldığında ve pire için yorgan yakıldığında durum çok daha fazla alevlenebiliyor ve istemeden de olsa çiftin keyfi kaçabiliyor. Bunların olması için ileriye dönük düşünülmesi ve sakin tavrın korunması gerekiyor.



0 yorum:

ÖDEV YAPMA DAVRANIŞI KAZANDIRMA VE OKUL BAŞARISINI ARTTIRMA..!

01:04 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 0 Yorumlar



Yeni eğitim öğretim yılının başlamasıyla birlikte hem anne-babalar hem de çocuklar bir çok duyguyu aynı anda yaşıyorlar. Ebeveynler olarak alacağınız bazı önlemlerle eğitim dönemini daha sorunsuz atlatmanız ve çocuğunuza destek olmanız mümkün. Özellikle okula yeni başlayan çocukların ödev yapmama konusundaki dirençleri çoğu zaman ebeveyn ve öğretmeni zor durumda bırakabiliyor.

Çevremizdeki ailelere baktığımızda birçok anne ve babanın çocuklarına verilen ödevleri yaptıramamaktan şikâyetçi olduğunu görmek mümkün. Çocuğum ödevini yapsın, derslerinde başarılı olsun kaygısında olan ebeveynler bu endişeyle zaman zaman hataya düşebilmekte. Öyle ki yaklaşımlarıyla ödevi bir külfet gibi yansıtıp çocukta bu duyguyu uyandırabiliyorlar; hatalar zinciri ise burada başlıyor.

Bu yazımda ödevin bir külfet olarak algılatılmaması için yapılması gereken bazı şeylere dikkat çekeceğim. Bunların bir kısmının öğretmenlerin sağduyusuna ve tecrübesine, bir kısmının da anne babaların göstereceği özene bağlı olduğunu söylemeden edemem.
Ailenin çocuğa ödev yapmayı sevdirmesi için öncelikle çocuğunun nasıl bir öğrenme modelinin olduğunu, öğrenirken hangi duyu yolunu kullandığını bilmesi gerekir, her insanın kendine has öğrenme stilinin olduğu unutulmamalıdır. Çocuğunun öğrenme modelini bilen anne-baban çocuğun öğrenme hevesini ve okul başarısını arttırabilir

Çocukların ödeve soğuk bakmaları ve ödev yapmak istememelerinde ailelerin ve öğretmenlerin bazı yanlış tutumlarının etkisi olabilir
“Ödev korku nesnesi haline getirilmemeli!
Ödev çocuk için bir korku nesnesi haline geldiyse çocuk ödevden de okuldan da soğur. Okul günleri aklına geldikçe bile irkilir, o günleri nefretle ve soğuk duygularla hatırlar. Böyle durumlarda çocuğun öğrenmesi de zaten kalıcı olmaz. Ödevi böylesi bir korku aracı haline getirmeme konusunda anne babalar kadar öğretmenler de duyarlı olmalıdır. Verilen ödevler bütünleştirici, konunun anlamına yardımcı, çocuğu sıkmadan merak uyandıracak mahiyette az ama öz olursa çocuk için daha faydalı olacaktır.”

“Sevgi, çağın öğretmen modelinin gereği
Çok başarılı bir öğretmen emekli olurken genç bir meslektaşı kendisine başarısını neye borçlu olduğunu sormuş, başarılı öğretmen şöyle cevap vermişti: “Öğrencinin başarılı olabilmesi için dersi sevmesi, dersi sevebilmesi için öğretmeni sevmesi, öğretmeni sevebilmesi için de öğretmenin öğrenciyi sevmesi gerekir. Öğrenciyi seversen ona öğretmek daha kolay olur.” Gerçekten de sevginin çocukları etkileyici bir gücü vardır. Bu gücü kullanabilmek için öğrenciye değer vermek gerekir. Öğrenciyi azarlayan, aşağılayan, hata yaptığı zaman yerin dibine batıran, arkadaşları arasında küçük düşüren öğretmen modeli bu çağın modeli değildir.
Çocukta korku duygusu yerine sevgi duygusunu harekete geçirerek öğretmek çok daha kolaydır. Öğretmen öğrenciye sevgiyle yaklaştığı zaman çocuğun beyni öğrenmeyle ilgili bir mutluluk kimyasalı salgılar ve öğrenme kalıcı halegelir.”

AİLELERİN YAPTIKLARI EĞİTİM HATALARI

Ödev“Çocuk okuldan geldiğinde bir süre serbest bırakılmalı!
İlki çocuk okuldan gelir gelmez onu dersin başına oturmaya zorlamaktır. Dinlenmesi için hiç fırsat vermeden, hemen ödevini yapmaya zorlamak çocuğun ödeve karşı antipati duymasına, kötü duygular beslemesine neden olur. Bazı anneler sanki çocuk ödevi olduğunu, ders çalışması gerektiğini düşünemeyecekmiş gibi masanın başına oturtana kadar çocuğa sürekli çalışması gerektiğini hatırlatırlar. Çocuk hiç dinlenmeden ödeve başlatılırsa ödevden de oyundan bir tat alamaz. Halbuki çocuk okuldan geldikten sonra belli bir süre serbest bırakılsa, rahat bir nefes alsa daha verimli bir çalışma yapacaktır.

Veli-öğretmen ve çocuk ilişkisi önemli!

Sürekli ders çalışmasını hatırlatan bir anne varsa, çocuk onu gördüğü zaman sadece ders çalışma zorunluluğunu hatırlar, başka bir şey hatırlamaz. Anneyle çocuğun ilişkisi bozulursa, düzeltmek zor olur; oysa dersteki zayıflık bir şekilde telafi edilir. Onun için anneyle olan ilişkiyi bozmadan ders çalışmayı zevkli hale getirmek gerekir. Aynı şekilde öğretmenle öğrencinin ilişkisi de bozulmadan gidebilmelidir.

Çocuğun hayatı programlı olmalı!
Çocuğun hayatının programlı olması gerekir. Okuldan sonra belli bir süreyi oyun ve dinlenme ile geçirmeli, ardından ders çalışmalıdır. Aileler de bu saatleri belirleyip çocuğun buna riayet etmesini sağlamalıdır.


Salt bilgi yığını değil hayat becerisi de öğretilmeli!
Çocuk ders çalışırken ödevin konusunun yanı sıra hayatı, ders çalışma metodunu, disiplinli olmayı, zorluklara dayanmayı öğrenmelidir. Çocuğa güven duygusunun eşlik ettiği bir sorumluluk duygusu kazandırmak gerekir. Aksi halde sadece itaati öğrenir. Halbuki çocuk bireysel yaratıcılık, sorun çözme, insanlarla iletişim kurabilme gibi beceriler kazanmalı, sadece kurallara uyan, otoriteye itaat eden bir insan yetişmemelidir. Ancak özgür düşünen, farklı olabilen, sorgulayan, yeteneklerini geliştirebilen çocukların yetiştiği bir toplum gelişebilir. O nedenle ödev salt bir bilgi yığını değil hayat becerisi öğretebilmelidir.

Yüksek başarı beklentisi başarısızlığı getiriyor!
Yapılan hatalardan birisi de ailelerin çok yüksek motivasyonlu olmaları ve çocuğa devamlı çok başarılı olmasını beklediklerini hissettirmeleridir. Ailedeki yüksek beklenti düzeyine ulaşamayan çocuk ne yaparsa yapsın ailesini memnun edemez. Bu nedenle “Nasıl olsa ben annemi ve babamı memnun edemeyeceğim” deyip yenilgiyi baştan kabul eder hiç çalışmamaya başlar. Aslında yeterince zeki olan çocuk, “yapamam, başaramam” duygusuna yenildiği için başarısız olur.

Hata ve kusurlara odaklanmak güveni zedeliyor!
Hem öğretmen hem de aile hep olumsuza; çocuğun hatalarına, kusurlarına odaklanırsa çocuğun kendine güveni zayıflar, çalışma şevki kırılır. Sık sık verdiğimiz bir örnek vardır: Diyelim ki çocuk karne getirdi. Notlarının yedi tanesi iyi, üç tanesi zayıf. Çoğu ailenin yaklaşımı neden üç tane zayıf olduğunu sorgulamak şeklinde olur. Aileler bunu iyi niyetle, çocuğun daha başarılı olmasını istedikleri için yapıyorlar fakat farkında olmadan çocuğu ders çalışmaktan soğutuyorlar. Oysa “Bak, şu dersler pekiyi, bunları çok güzel başarmışsın. Hadi beraber bu üç zayıfı nasıl düzelteceğimizi düşünelim ve bir çözüm bulalım” denirse çocuk “Annemle babam benim olumlu yönlerimi de görebiliyor” der ve dikkatini zayıfları düzeltmeye verir, başarabileceğine inanır ve çözüm üretir.”

GÜZEL VE VERİMLİ BİR SENE OLMASI DİLEKLERİMLE…


0 yorum:

Obsesif Kompülsif Bozukluk (OKB) ve Tedavisi

03:39 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 0 Yorumlar

Takıntı hastalığı olarak da bilinen obsesif kompülsif bozukluk (OKB) bireyleri döngüsel olan düşünce ve davranışlara hapseder. “Obsesyon” (saplantı veya takıntı) adı verilen takıntılı düşünce, fikir ve dürtüler ile kompulsiyon” (zorlantı) adı verilen yineleyici davranışlar ve zihinsel eylemlerden oluşan ruhsal bir sıkıntıdır. Bu nedenle obsesif kompülsif bozukluk bir anksiyete bozukluğudur. Yani aşırı temizlik, düzenlilik, simetriye önem verme, kapıyı-ocağı kontrol etme gibi çeşitli davranış ve düşüncelerin, kişinin kendisiyle ve çevresiyle ilişkisini bozması derecesine varmasına obsesif  kompulsif bozukluk denir.



OBSESYON NEDİR?

İrade dışı gelen, kişiyi tedirgin eden veya sıkıntı veren, bilinçli bir çaba ile kovulamayan yineleyici düşünceler olan obsesyon, kişinin zihnine girmesine engel olamadığı, zihninden uzaklaştıramadığı düşünce, fikir ve dürtülerdir. Kişinin isteği dışında gelirler, kişi tarafından mantıkdışı olarak değerlendirilirler ve yoğun sıkıntı ve huzursuzluğa yani anksiyeteye neden olurlar. Bu nedenle kişiler bu düşünce ve dürtülerini bastırmaya veya yok saymaya çalışırlar veya bunları bir başka düşünce veya hareketle yani kompulsiyonla gidermeye çalışırlar.

KOMPULSİYON NEDİR?

Çoğu kez obsesif düşünceleri kovma veya bu düşüncelerin verdiği sıkıntıyı azaltmak için yapılan ve istemeden yinelenen hareketler olan kompulsiyon ise, abartılıdır, obsesyonların neden olduğu yoğun sıkıntı ve huzursuzluğu azaltmak ya da ortadan kaldırmak üzere yapılan yineleyici davranış ve zihinsel eylemlerdir. Amaçladıkları şeyle aralarında mantıksal bağlantıları yoktur. Örneğin tokalaşmakla ellerinin kirlendiğini düşünen bir kişi sürekli ellerini yıkayabilir. Kişinin elleri yıkanmaktan tahriş olmuştur ve ortada bu derece el yıkamayı gerektirecek bir kirlenme de yoktur. Kişi bu davranışları istem dışı sergiler ve kendine sıkıntı yaratır. Dolayısıyla, obsesif kompulsif bozukluk tam anlamıyla, kişinin kafasında saplantı haline gelmiş düşüncelerin ve dürtülerin yapılması zorunlu olarak algılanması nedeniyle eyleme dökülmesidir. Amaçları herhangi bir zevk veya mutluluk sağlamak değildir.

MANTIK DIŞI OLDUĞUNU BİLİYORLAR…

Obsesyonlar ve kompulsiyonlar kişinin benliğine zarar verir. Obsesif kompülsif bozukluğuna sahip olan kişiler saplantılarının veya takıntılarının her ne kadar manasız ve anlamsız olduğunun farkında olsalar da, bu takıntıları gerçekleştirmekten kendilerini alıkoyamazlar. Belirli bir kurala ve sıraya göre yerine getirilen davranışlar düşüncelere hizmet ederek kişiyi geçici olarak rahatlatmayı amaçlar.

HERKESTE BİR PARÇA OLABİLİR

Birçok kişinin kapıyı veya ocağı ara sıra kontrol etme, masaya vurma, temizlik, titizlik, düzenlilik, eşya veya para biriktirme, simetriye önem verme gibi çeşitli takıntıları, saçma bulduğu halde o an için yaptığı davranış ve düşünceleri olabilir. Çoğunlukla bunlar önemli bir zaman kaybına veya ciddi bir sıkıntıya neden olmazlar. Ancak, bazı kişiler mantıksız buldukları halde bazı davranış ve düşünceleri tekrar tekrar yapmaya ve sürdürmeye devam ederler. Bu durum önemli oranda zaman ve iş kaybına yol açar, aile hayatını olumsuz etkiler, belirgin bir ruhsal sıkıntı verir ve kişinin hayatını çekilmez bir hale getirir, yaşamla, kendisiyle ve çevresiyle ilişkisini bozmaya başlarsa, bunun ruhsal bir sorun olabileceğini düşünmek gerekir.

BELİRTİLERİ NELER?

Eğer bir kişide, istemsizce saçma olduğuna inandığı halde kafasından atamadığı düşünceleri aklına sürekli olarak getiriyor ve bu düşünceler yaşamında belirgin bir sıkıntıya neden oluyorsa ya da katı bir biçimde uygulanması gerektiğine inanıyor, yapmaktan kendini alıkoyamıyor ve davranışlarını sürekli tekrarlıyorsa obsesif kompülsif bozukluğu var demektir.

Ocağı, arabasının ya da evinin kapısını kapatıp kapatmadığından emin olamayan (obsesyon) bir kişinin, tekrar tekrar kapıları, ocağı kontrol etmesi (kompulsiyon), para ya da herhangi bir eşyaya dokunduğunda elinin kirlendiğini takıntılı şekilde düşünen bir kişinin el yıkama zorlantısı (kompulsiyon) gibi davranışlar obsesif - kompulsif bozukluğa örnektir.


EN ÇOK GÖRÜLEN OBSESYON VE KOMPULSİYONLAR…

1-Temizlik ve titizlik obsesyonları

Obsesif kompulsif bozukluğunda en sık gözlemlenen belirtilerden biri, kişinin hastalık kapacağı düşüncesiyle sürekli olarak elini yıkama ihtiyacı hissetmesidir. Aslında dokunduğu her şeyden mikrop bulaşacağı düşünceleriyle boğuşup dururlar. Bu nedenle, kişi önce ellerini sürekli yıkamaya başlar ve ilerleyen zamanlarda, eğer tedavi edilmezse, kapıları mendillerle ya da dirseği ile açmaya devam eder ve bir zaman sonra telefon kullanamaz ve para tutamaz hale gelebilir. Bu davranış bozukluklarını çevresinden de beklemeye başlayan kişi, evine gelenlerin banyoya gidip temizlenmesini bile isteyebilir. Bunun ileri boyutunda olan kişi hastalık kaptığı şüphesi ile sürekli olarak doktor kontrollerine gider ve kan testleri yaptırmaya başlar. Sonuçların negatif olduğunu görmek ikna edici olmayacağı gibi sağlık kontrollerini sıklaştırmaya başlar. Temizlik ve titizlik obsesyonları olan kişiler genellikle mikropların, kirin, tükürüğün, nefesin, idrarın, dışkının üzerlerine bulaşmasından korkarlar. Saatlerce kendilerini veya vücutlarının bir kısmını yıkayarak, kendilerini korktukları şeyin “bulaşmasından” korumaya çalışırlar. Kendilerine bir şey bulaştıracağını düşündükleri her şeyden kaçarlar, çevrelerindeki her şeyin KİRLİ ve PİS olduğunu düşünürler. Temizlenmediği kaygısıyla saatlerce ve tekrar tekrar ev temizliği yaparlar.

2-Şüphe ve kontrol obsesyonları 

Şüphecilik herhangi bir unutkanlık değildir. Yapılan davranışı yapıp yapmadığını kontrol etme ihtiyacından kaynaklanan, emin olamama ve KONTROL ETME durumudur. Ocağı, şofbeni, doğalgazı, suyu, elektriği, çamaşır makinesini açık bırakıp bırakmadığını, kapıyı ve arabayı kilitleyip kilitlemediğini sürekli olarak kontrol eden kişiler buna birer örnektir. Böyle bir kişi doğalgazı kapatmış olsa dahi, kapattığından emin olamaz ve defalarca vanayı kontrol etmek zorunda kalır.

3-Düzen ve simetri obsesyonları

İç dünyaları karmakarışık olan bu kişiler iç dünyalarını düzene sokamadıkları için, dış dünyayı ve dış dünyadaki her şeyi tamamen doğru bir şekilde düzenlemeye çalışırlar. Kendilerine ait bir düzen kurarlar, birilerinin bu düzeni bozmasına, eşyalarına dokunmasına veya karıştırmasına aşırı tepki ve direnç gösterirler. Düzenlerini devam ettirmek için kendilerini yer ve bitirirler. Bu obsesyonlar, sehpaların üzerinde bulunan örtülerin sehpanın tam ortasında durmasına özen gösterme, halının saçaklarından ters dönenler varsa düzeltmeden duramama şeklinde kendini gösterebilir.

4-Saldırganlık veya zarar verme obsesyonları

Çocuğuna veya sevdiği birisine zarar verme şeklinde hayaller bu tür obsesyonlara örnek verilebilir. Bu kişiler asla yapmasalar bile, yapmayacaklarını bilseler bile çocuklarına ve sevdikleri kişilere zarar vermekten çok korkarlar ve bu düşünceyi zihinlerinden atamazlar. Dayanılmaz olan bu korkuları hafifletebilmek için salonun ışığını 3 kez açıp kapamak gibi şeyleri “doğru sayıda ve belli bir düzende yapmak” zorunda hissederler. Böylece, mantık dışı olduğunu bilseler bile, kendilerini, çocuklarını veya sevdiklerini hayali bir tehlikeden koruduklarına inanırlar.

5-Dini obsesyonlar

Özellikle dini ritüelleri yoğun yaşayan kişilerde sık görülen bir obsesyon türüdür ve çoğunlukla ibadet yaparken zihne gelirler. Kişi kendini inanç ve görüşlerine tam karşıt bir biçimde ve çok yoğun sıkıntı yaratacak şekilde dini içerikli takıntılı düşünceleri zihninden atamaz. Aklına, istemediği halde, tanrıya küfür düşünceleri gelir. Suçluluk ve günahkarlık duygusuyla bu düşüncelerini zihninden atmak için 100’den geriye sayıları üçer üçer sayarak sıkıntısını hafifletmeye çalışabilir, duaları daha fazla tekrarlayabilir ve daha çok ibadet edebilirler. Örnek olarak namaz kılan bir kişi tam başını secdeye koyduğunda “Allah’ın varlığından kuşku duyma” şeklinde takıntılı düşünceleri istemeden  zihnine getirebilir.

6-Sayma obsesyonları

Sayma takıntısı, herhangi bir günlük aktivite belirli bir sayıya kadar sayılmadan yapılırsa, o gün işlerin rast gitmeyeceğini düşünerek, sayma davranışında bulunmaktır. Bu nedenle düşündükleri ya da gördükleri sayıları saymaktan kendilerini alamazlar. Kaldırım çizgilerini, elektrik direklerini, otomobilleri, evlerin numaralarını, apartmanların kaç kat olduğunu sayarlar. Belli sayılar iyi ve uğurlu, belli sayılar kötü ve uğursuzdur. Kötü ve uğursuz sayı akla gelince hemen iyi ve uğurlu bir sayıyla yer değiştirilmeye çalışılır.

7-Biriktirme obsesyonları

Sık görülen kompulsiyon türlerinden biridir. Kişi “ileride gerekli olabilir” şeklinde bir düşünce ile eski gazeteler, hediyelerin ambalajları gibi gerekli olmayacak eşyaları biriktirebilir, saklayabilir.

8-Cinsel içerikli obsesyonlar

Kişinin kendine, yaşına ve toplumdaki yerine hiç yakıştıramadığı bir biçimde tekrarlayan pornografik görüntüler şeklinde cinsel içerikli hayaller bu tür obsesyonlara örnek verilebilir. Dini inançları kuvvetli bir erkeğin, çevresindeki tüm kadınlara ilişkin cinsel içerikli hayaller kurmaktan kendini alamaması, bu hayalleri zihninden bir türlü uzaklaştıramaması ve çok rahatsızlık duyması hayatını çekilmez bir hale getirebilir.

9-Dokunma obsesyonları

Bazı davranışları yapmadan önce kendilerince önemsedikleri bir eşyaya dokunma gereksinimi duyma şeklinde kendini gösteren kompulsiyonlardır. Örneğin kişi sabahları işine giderken oturma odasında duran ve içinde mutlu bir aile fotoğrafı bulunan çerçeveye dokunmadan çıkarsa, ailesini ilgilendiren olumsuz bir olay ile karşı karşıya kalabileceğinden endişe duyup, geri dönüp yeniden dokunma gereksinimi duyabilir.

10-Batıl itikat obsesyonları

Merdiven altından geçmemek, çocukların üstünden atlayıp geçmemek, evden sağ ayakla çıkmak, yatağın sol tarafından kalkmamak gibi, çoğu kişinin kültürel özelliklerinin bir parçası olarak bazı inanışları, davranışları, uğurlu ya da uğursuz saydığı sayı ve renkleri olabilir. Bu itikatların günlük yaşam aktivitelerini engelleyecek ya da günlük işlevleri kısıtlayacak kadar sık ve yoğun olması durumudur.

TEDAVİSİNDE NELER YAPILIYOR?

Obsesif kompülsif bozukluğuna en iyi tedavi yöntemi terapinin yanında uygulanan ilaç tedavisidir. Terapinin hedefi, obsesif-kompülsif bozukluğu olan kişilerin ritüellerini gerçekleştirmeden, korkularıyla yüz yüze gelmelerini ve anksiyetenin azaltılmasını sağlamaktır. Bilişsel terapi, obsesif kompülsif bozukluğu olanlarda sıkça görülen abartılmış ve felaketler içeren düşünceleri azaltmaya odaklanır. Terapide önce gevşeme egzersizleri ile başlayan tedavi, davranışçı tekniklerle yani bireyin rahatsız olduğu düşünce ve davranışlar listelenerek devam edilir.  Ardından yüzleşme süreci başlar ve rahatsız olunan düşünce ve davranışların giderek azaltılması sağlanır. Her ruhsal sıkıntıda olduğu gibi obsesif kompülsif bozuklukta da erken teşhis tedavi süresini kısaltmaktadır. Danışanlar tedavi süreci sonunda normale yakın yaşam sürebilirler. Sıkıntılar azaldıktan sonra devam eden ilaçlar eşliğinde doktor kontrolü sürmelidir. Çünkü uzun süreli ve zamanla iyileşme dönemleri gösterebilen bir sıkıntıdır.

0 yorum:

Çocuğum Okula Başlıyor! (Okul Fobisi)

05:40 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 0 Yorumlar



“Oğlum her sabah farklı bir mazeretle okula gitmek istemiyor. Dün ayağı ağrıyordu, bugünse başı. Yataktan kalktığı anda ağlamaya ve okula gitmemek için bahaneler üretmeye başlıyor.”

Anaokulu ve birinci sınıfların okula başlamasıyla ailelerin hayatında bir çok öncelik değişmekte ve bir çok sorunlar yaşanmaktadır. Çocukların 1. Sınıfa başlamasıyla tüm ailelerin hayatı yeni bir yörüngeye taşınır ve evdeki sistem bir kez daha değişir. Bu önemli yaşam olayında sıkıntı çıkmaması için ailelerin alması gereken bazı önlemler vardır.
BU DÖNEMDE YAŞANABİLECEK SIKINTILAR;

OKUL FOBİSİ
  Okul fobisi kuvvetli bir endişe nedeniyle çocuğun okula gitmeyi reddetmesi ya da isteksiz görünmesidir.
  Okul fobisi olan çocuklar bu isteksizliklerini bedensel yakınmalarıyla dile getirir.
  Bazen de okul fobisinin başlangıcı daha sinsi olabilir
  Okul fobisi birkaç haftayı geçmedikçe normal olarak kabul edilir ve okul fobisi olarak adlandırılmaz.
  En çok yaygın olduğu yaş dönemi 5-8 yaşlar arasıdır. İkinci yoğun yaşanan yaş grubu 11-14 yaş grubudur.

OKUL FOBİSİNİN NEDENLERİ ?
  Ayrılık Endişesi
  Kendini Yalnız Hissetme
  Zarar Verici Davranışlara Maruz Kalma
  Okula gitmemenin nedeni başarısızlık korkusu ve sınıf içerisinde aktif olamama endişesi,
  Aşırı özen içerisinde büyütülen çocukların anne babaya bağımlı hale gelmesi
  Aşırı koruyucu ve baskılı aile tutumları
  Anne ve babanın çocukla ilgili sürekli kaygı halinde olması
  Aile içinde yaşanan travmatik durumlar, kaza, hastalık, ameliyat, boşanma, maddi sorunlar, kardeş doğumu çocukların yeni ortama girmede güçlük yaşamasına sebep olabilir.

NE YAPMALI?
 Okul öncesinde öğrenciye okul ortamı tanıtılmalı ve özendirilmeli
Okul fobisi ve uyum zorluğu yaşayan çocukların okuldan uzak kalmaması sağlanmalıdır.
  Okulda çocuğun okulu evi gibi benimsemesini sağlayıcı bir dizi düzenlemeler yapılabilir
  Eğer çocuğunuz sizin de okula gelmenizi isterse kabul edin. Çocuğunuzla kademeli olarak okulda geçirdiğiniz saati azaltın
  Okula gitmek istemediği için cezalandırmayın, suçlamayın.
  Okula gitmesinin gerekliliği konusunda tüm aile fertleri net bir tavır sergileyin.
  Çocuğu okula özendirin ve destekleyin
  Okulun önemini basit bir dille açıklayın.
  Okula gitmeden önce yapılan uzun vedalaşmalar, uzun süreli bir ayrılık kaygısını tetikleyeceğinden vedalaşmanızı olabildiğince kısa tutun.
  Okul ve çocuğun öğretmeni ile işbirliği yapın.
  Çocuğunuzla onun yaşadığı duygular hakkında konuşun.
  Çocuğunuzun yaşadıklarının gerçek olduğunu kabul edin.
  Çocuğunuza öz güven kazandırın, destekleyin ve cesaretlendirin.
 Sosyal aktivitelerini geliştirmesini sağlayın.
 Ona yapabileceği görev ve sorumluluklar verin. Bunları başardıkça onu taktir edin, övgü ile kendisinden bahsedin.
 Verilen görevleri tek başına yapmasını sağlayın.
 Çocuğa bu korkunu sadece onun başına gelmediğini, onun yaşında diğer çocukların da bu ya da buna benzer korkular yaşayabileceklerini söylemek daha sağlıklı olacaktır
 Aile sorunlarınızı çocuğunuza yansıtmamaya çalışın.
 Çocuğunuza karşı aşırı koruyucu ve baskıcı bir tutum sergilemeyin.
Çocuğunuzun tüm gereksinimlerini hemen karşılamayın.
Çocuğunuzu yeni kardeşin doğumuna, taşınmaya vb. olaylara hazırlayın.Çocuk okula gitmek istemese de gitmeye devam ediyorsa ödüllendirilmelidir. Bu ödüller okula uyumunu kolaylaştıracak tarzda olmalıdır.
Aile çabanız sonuçsuz kalırsa birlikte psikolojik destek görün.




0 yorum:

Her On Kadından Biri Evli ve Bakire

02:12 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 0 Yorumlar



Türkiye'de bayanlar cinsellikten çok korkuyor... Türkiye'deki her 10 kadından biri için, evlendiği gece hayatının en kötü gecesi oluyor. Çünkü kadınlar eşleriyle seks yapmaktan korkuyor. İstese de, sevse de cinselliği yaşayamıyor. Vajinismus adı verilen bu durum aylarca hatta yıllarca sürebiliyor. Bazı evliliklerde seks hiç yaşanmıyor...

Vajinismus nedir?

Vajinismus tıpkı deprem gibidir. Kişi umutsuz olduğuna yürekten inanır, 'Ya canım acırsa' diye cinsellikten korkar ve vajina kaslarıöyle bir kasılır ki, asla ilişkiye giremez. Bu, en önemli cinsel fobilerden biridir. Vajinismusun en temel belirtisi o an geldiğinde kişinin panik atak benzeri bir durum yaşamasıdır. Yani kişi eşini iter, kasılır, endişe, korku ve kaygı duyar. O kadar açık bir kaygı duyar ki, bilinci açık olsa bile kontrolünü yitirir. Bundan utanır, suçluluk duyar, kendinden nefret eder, hayal kırıklığına uğrar. Zamanla cinsel isteksizlik ve çocuk sahibi olamama kaygılarıbuna eklenir. Bu, kadın için de erkek için de zor bir durumdur. Bazı evlilikler buna sadece 5–10 yıl dayanır. Ancak bu korkular 30 yıl bile devam edebilir.

ANİDEN ORTAYA ÇIKABİLİR!

Tedavi edildikten sonra vajinismus tekrarlar mı?

Vajinismusun tipleri vardır. Genelde ilk gece ortaya çıkar ve doğru tedaviden sonra geçer. Bazen cinsel hayatı olan kişilerde birden ortaya çıkar. Doğum yırtıkları, düşükler, kürtaj, kötü ve sert yapılan bir cinsel muayene bile buna neden olabilir. Bu kadınlar fiziksel problemler ortadan kalksa bile cinsel birleşme yaşayamaz. Daha önce tedavi olmuş kişilerde bu hastalık tekrarlayabilir.

Kolay tedavi edilebilir mi?

Geçmişte yaşanan bir cinsel travma yoksa ya da muayene edilebiliyorsa, bu basit vajinismustur. Nispeten tedavisi kolaydır. Bazılarında geçmişte yaşanmış cinsel bir travma öyküsü vardır ve derinlerde bastırılmıştır. Bu, ağır vajinismustur. Tedavisi zor ama mümkündür. Bazı kadınlar ise partneri ile olan diğer problemleri nedeniyle istemli olarak ağrı, yanma, acıve kanama olacağından korkarak cinsel birleşme sırasında kendilerini kasarlar ve cinsel ilişkiye izin vermezler. Buna da durumsal vajinismus denir.

Vajinismus, anne-baba olmaya engel teşkil eder mi?

Hayır, vajinismus yalnızca sağlıklı ve mutlu bir cinsel birleşmeye engeldir. Normale göre gebelik şansının az olmasına rağmen, vajenden kayan spermler nedeniyle gebelik oluşabilir. Son yıllarda tüp bebek yöntemiyle anne-baba olan birçok çift var. Sorunlarını çözmek yerine aşılama yöntemi ile anne-baba oluyorlar. Halbuki bu durumda tüp bebek ve aşılama gibi yöntemler sadece zaman ve para kaybıdır. Normal doğumdan sonra bu sorundan kurtulacaklarını düşünenler yanılırlar. Bazı jinekologlar bile doğum sırasında bu konunun kendiliğinden çözülebileceğini düşünür. Ama genellikle sorun devam eder. Zaten bu çiftler genellikle sezaryeni tercih ederler.

Eşi vajinismus olan erkekler ne yapıyor?

Bu önemli bir boşanma sebebi mi? Sanılanın aksine vajinismusun yol açtığı boşanma oranları düşüktür. Çünkü cinsel korkular çifti birbirine yakınlaştırır. Devamlı reddedilme ve tatminkar olmayan bir ilişki nedeniyle erkekler pasifize olur. Vajinismuslu kadınlar eğer görücü usulüyle evlendirilmemişlerse, eş veya sevgililerini otoriter ve baskıcı babalarının aksi özellikteki erkeklerden seçerler. Evlilik öncesi başka kadınlarla yaşadıkları cinsel deneyimleri sınırlı olan eşleri, çoğunlukla aşırı nazik, pasif, girişken olmayan ve edilgin erkeklerdir. Tencere ve kapak misali karı-koca birbirlerini kırmaktan aşırı derecede korkar. Vajinismuslu kadınlar nasıl birer 'iyi kız' ise, eşleri de aynı şekilde 'iyi çocuk'lardır.

ISRAR SORUNU BÜYÜTÜR!

Vajinismusu olan bir kadına kocasının cinsel ilişki için ısrar etmesi normal midir?

Eğer erkek kadının korkusunu anlamaya çalışıp ona destek olmak yerine, bir an önce cinsel ilişkiyi gerçekleştirip hem kendisine, hem eşine, hem de ailesine erkekliğini ispatlama gayreti içinde hareket ederse sorun daha da büyür. Maalesef genellikle süreç bu şekilde işler. İlk geceden sonra aile büyüklerine hesap veren çiftler, sorunun büyümesine neden olur. Vajinismuslu kadınların eşleri istenmedikleri, reddedildikleri, yeteri kadar sevilmedikleri korkusuna kapılabilirler. Ne yapacaklarını bilemezler, ki bu çok normaldir. Hayatlarının cinsel ilişkiye girmeden geçeceğini düşünerek, bu sorundan kurtulmak için kendilerini tamamen




işlerine adamayı denerler

0 yorum:

Cinsel Terapi Süreci Nasıl İşler?

04:19 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 1 Yorumlar



Vajinismus, erken boşalma, geç boşalma, ağrılı cinsel ilişki gibi bazı cinsel işlev bozuklukları kişinin hayatını oldukça olumsuz etkilemekte, eşler arasındaki uyumu bozmakta ve çatışmalara neden olmaktadır. Yüzde yüz tedavisi olan cinsel işlev bozukluklarında insanlar tedavi olmaktan çekindikleri, bir başkasıyla bu konuyu konuşmaktan utandıkları, ayıp günah, yasak anlayışına sahip oldukları için bu problemlerin çözümüne başvurmuyorlar.

BİZ CİNSEL İŞLEV BOZUKLUKLARI UZMANLARI OLARAK NASIL ÇALIŞIYORUZ?
Danışanlarımız bu problemle bizlere başvurduklarında öncelikle fiziksel muayene için Üroloji ya da Jinekoloji uzmanlarına yönlendiriyoruz. Muayenelerinde biyolojik herhangi bir sorun çıkmayan hastaların psikoterapi sürecini başlatıyoruz.

PSİKOTERAPİ SÜRECİ
Öncelikli olarak seanslara çift katılımının çok daha hızlı bir sonuç verdiğini belirtmek gerekir. Fizyolojik bir sorun olmadığı için olayın pisikolojik boyutunu danışanımızla birlikte çözümlemeye başlarız. İlk seans çiftin problemi belirttiği ve detayların alındığı bir seans olur daha sonra danışanlarımız 2şer seans ayrı ayrı görüşmeye alınır ve hayat öyküleri paylaşılır, bu sırada terapist danışanın geçmiş yaşantısıyla ilgili bir şema oluşturur kendi kafasında. Sonra çiftle birlikte devam eden süreçte terapist keşfettiği noktaları danışanıyla paylaşır ve bu konular üzerinde görüş alışverişi yapılır. Bu esnada danışan kendi psikolojik bağlantılarının cinselliğini nasıl etkilediğini yavaş yavaş fark etmeye başlar. daha sonraki süreçlerde çiftin ilişkileri incelenir ve ilişkide problem çözme ve iletişimsel sıkıntılar terapist yardımıyla giderilmeye çalışılır. Sonraki aşamalarsa seansta görsel videolar izleme, bilgilendirme ve ev ödevleriyle devam eder. Sürecin sonunda tam bir birleşme olur ve terapist son olarak güzel sevişme sanatına değinerek süreci sonlandırır.

CİNSEL TARAPİYİ ZORLAŞTIRAN ETMENLER;
Çift olarak değil de bireyin yalnız seanslara gelmesi,
Danışanın verilen ev ödevlerini uygulamadaki zorlukları,
Danışanın sürece direnç göstermesi ve çözümü ertelemesi,
Danışanın terapistle iyi ilişki kuramaması halinde tam olarak açık davranamaması

1 yorum:

KADINLARIMIZ VE CİNSELLİK

01:28 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 0 Yorumlar



 

Bekâret hâlâ cinsel bir tabu
Kadınlarımız hâlâ hayatın tüm alanlarında erkekle eşit olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Bunda dünyanın çeşitli yerlerinde kimi zaman başarı sağlarken kimi zaman bir arpa boyu yol alamıyorlar. Ülkemizde kadının toplumdaki yeri ve cinselliği ifade etme şekli, yöreden yöreye değişkenlik gösteriyor. O yüzden tüm Türkiye için geçerli net bir şey söylemek mümkün değil. Kırsal kesimde kadın daha çok evin işini yapan, tarlada çalışan ve cinsellikte de kocasının isteklerini yerine getirmesi gereken biri olarak görülüyor. Şehirde ise kadın artık ekonomik özgürlüğünü kazanmıştır. Kendini her açıdan daha iyi ifade edebilmekte ve cinsellikte de beklentilerini ortaya koyabilmektedir. Aslında şehirde kadın artık cinselliğini daha rahat yaşayabilmekteymiş gibi görünse de, bu çoğu zaman gizli bir şekilde oluyor. Çünkü ülkemizde hâlâ bekâret ve kızlık zarı bir tabu ve çiftlerde ilk gece mutlaka kanama olması gerektiğine dair bir inanç var. Cinsel mitlerin, toplumsal baskının ve cinsel konularda bilgi eksikliğinin kadın cinselliği üzerindeki etkisi büyük. Kadının cinsel kimliğini tam olarak özgürce ortaya koyabileceği şartların oluştuğunu söylemek ne yazık ki güç.
Kadının cinsellikteki rolü zor
Her ülkeyi kendi kültürel ve toplumsal şartlarına göre değerlendirmek gerekiyor. O yüzden “Türk kadını Dünya kadınlarına göre cinsellikte daha bastırılmış” demek yanlış olur. Bazı ülkelere göre Türk kadını daha bastırılmış bir cinsellik yaşıyor. Ama unutulmaması gereken bir şey var ki, kadının sosyal ve cinsel açıdan durumunun çok daha kötü olduğu ülkeler de var. Türk toplumunda kadın cinselliğine karşı ikiyüzlü bir bakış açısı hâkim. Bir yandan kadın medyada cinsel obje olarak görülüyor. Kadının varlığı bile seksi çağrıştırıyor. Diğer yandan da kadının evlenene kadar cinselliği yaşamasına hoş bakılmıyor ve kadın erkeğin hatta ailenin namusu gibi görülüyor. Yine kız çocukları yetiştirilirken erkeklerden ve cinsellikten uzak durmaları telkin ediliyor. İlk cinsel ilişkiyle ilgili kız çocukları korkutuluyor. Ancak evlenince de eşlerini cinsel yönden her anlamda mutlu etmeleri ve bir anlamda eşlerinin seks tanrıçalarına dönüşmeleri bekleniyor. Yani kadının cinsellik konusundaki rolü gerçekten zor; cinsel açıdan  isteksiz olduğunda soğuk olarak damgalanıyor, arzuluysa da eşi daha önceden bir deneyimi olduğunu düşünebiliyor ve onu suçlayabiliyor. Kadın yatakta özgür ve rahat hareket edemiyor, isteklerini eşine rahatça söyleyemiyor.

0 yorum:

İLİŞKİLERDE BAĞIMLILIK VE BAĞLILIK AYNI ŞEY DEĞİLDİR!!

02:41 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 0 Yorumlar

 

           Bayram günlerinde ailelerin bir araya gelmesiyle bireylerin duygulanımları değişmekte ve birey buna bir türlü anlam verememektedir. Aşırı derecede sıkılma, bunalma ve boğulma hisleri kişinin ruh dünyasını oldukça olumsuz etkilemektedir. Bunun temel sebebi de bireyin erken çocukluk döneminde anne babasıyla kurduğu ilişkilerin sağlıksız olması ve kişinin kendini sorumlu, suçlu hissetmesiyle birebir örtüşmektedir. Kurduğumuz ilişkilerde bağımlılık ve bağlılık arasındaki ayrımı yakalayamazsak bunlar ömrümüzün sonuna kadar bizi esir alacaktır.
           İlişkilerde bağımlılık; kişinin kontrol etmek istemesine rağmen, davranışlarını, duygularını ve düşüncelerini kontrol edememesi, kendisini bir başkasına muhtaç hissetmesi ve kendisiyle içsel bir çatışma yaşamasıdır.

Bağımlılık ve bağlılık aynı şey değildir
Bağımlılık ve bağlılık aynı şey değildir. İlişkilerde bağlılık, bir kişiye özgürce sevgi ve saygı ile yakınlık duymak ve yakınlık göstermek demektir; bağımlılık ise, başka bir kişiye bağlı olmak, muhtaç olmak, özgür ve özerk olmamak demektir. Evlilik ya da duygusal ilişkilerde bireyler eşlerini hayatlarının merkezine koyup tek beden, tek ruh, tek zihin olmaya çalışıyorsa bu bağımlılığa giden bir ilişkidir. İlişkilerinde kaybetme korkusu yaşayan, tecrübesiz, çevresi dar, asosyal, kendine özgüveni ve kendilik değeri düşük, kendini çirkin, yetersiz, güçsüz gibi nitelendirmeler yüklemiş, daha önce olumsuz içerikli ve sonuçlu bir ilişki yaşamış kişilerde bağımlı ilişkilere daha sık rastlanabiliyor. Bu kişilerin çocukluğu incelendiğinde; annelerinin zorlayıcı, mesafeli, öfkeli, ihmal edici ya da reddedici olduğu görülebiliyor. Yani ihtiyaçları uygun biçimlerde karşılanmadığında bu çocuklar yetişkinliklerinde bağımlı ilişkiler geliştirilebiliyorlar. Bu nedenle bağımlı kişi eşini kendi gölgesine almak, burada tutmak ister. Bağımlılık kokan ilişkilerde izole bir yaşam vardır, çiftin baş başa geçirdiği zaman artmıştır ancak arkadaşlar ve aileler ile iletişim azalmış, iletişim çemberi daralmıştır. Bu durum, bireylerin birbirine olan mecburiyetlerini arttırabilir. Kişi beynini “o benim her şeyim, ben onsuz yapamam, onsuz olmayı hayal edemiyorum” gibi rasyonel olmayan düşüncelerle doldururken, bir taraftan da yaşadığı ilişkinin bitmemesi için mükemmel sevgili olmak, her türlü beklentiyi karşılamak, her anını doldurarak başkasına muhtaç olmamasını sağlamak isteyerek kendi varlığından vazgeçebilir. Hatta “biri her an aklını çeldirir” diye düşünerek onu hemcinslerinden uzak tutmaya da çalışabilir. Yani çok seviyor gibi görünmek esasen bir kayıp korkusunun dışa vurumu olabilir. İlişkilerinde bağımlı olanlar, genelde bir noktadan sonra, eşlerini aşırı derecede eleştirmeye, onları “ilgisiz, kalpsiz, duyarsız” olarak suçlamaya başlayabilirler.
Birlikte durun, ama yapışmayın
Bağımlı ilişkiler bir çeşit ebeveyn çocuk ilişkisidir. Bağımlı ilişkiler çiftin sadece günlük yaşamlarını değil cinsel yaşamlarını da sekteye uğratabiliyor. Bağımlı olan kişiler birbirlerine ebeveyn veya çocuk gibi davranmakta; eşine ya da partnerine annelik ya da babalık yapmaya çalışmaktadır. Ebeveyn-çocuk ilişkisinde her şeye bir şekilde yer vardır ancak en olmayacak şey ebeveyn ile çocuğun cinsel birliktelik yaşamalarıdır. Bu nedenle çok iyi anlaşsalar bile bu çiftler cinsel açıdan birbirlerini arzulamazlar ve çok uzun süre seks yapmadan durabilirler. Yani bağımlı ilişkilerde zamanla cinsel işlev bozuklukları baş gösterebilir. Bu bozukluklar sıklıkla erkeklerde cinsel soğukluk, ereksiyon problemleri veya ileri derecede erken boşalma, kadınlarda ise cinsel isteksizlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bu kişilerde ilişkisel olarak en sık karşılaşılan sorunlar ise; kıskançlık, öfke, asosyal yaşam, merkeze eşi ya da partneri koyma, onu devamlı kontrol etme, ilişkinin geleceği ve güvenliği için görüşülen zamanların artması ve iki tarafın kendine ayıracağı özel zamanın olmaması şeklindedir. Sağlıklı bir evlilik ve cinsel yaşam; tüm beklentilerimizi ve mutluluğumuzu partnerimize bağlamak yerine, kendimize ait bir yaşam alanı yaratmaktan geçer. Bu nedenle “birlikte durun ama birbirinize yapışmayın, bağlanın ama bağımlı olmayın” .

 

0 yorum:

Şımarık, Sınır ve Kural Tanımayan Çocuklara Nasıl Yol Göstermeliyiz?

01:29 Uzm. Klinik Psikolog/Psikoterapist MELTEM OK 0 Yorumlar



Çocuk yetiştirmek gerçekten zorlu ve karmaşık bir süreçtir. Bazı anne babalar öğretmen gibi davranarak çocuklarını disiplin içinde büyütmeyi tercih ederken, bazıları da arkadaşça bir ilişkiyi seçer. Bu ilişki türünde cezalandırmalar yoktur. Ama her iki yetiştirme tarzının da çocuklar için "ideal" olduğunu söylemek pek mümkün değil. Aşırı disiplin çocuğun kendini ifade etmesini engeller ve baskı altında yetişmesine neden olur. Fazla arkadaşça yetiştirilen bir çocuk da şımarık bir genç olup çıkar.

Günümüzde birçok anne baba, eskilerin bildiği bir şeyi yeniden keşfediyor: Anne babaların eğitici olması önemli. Çocuklarla arkadaş olmak elbette önemli. Ama anne babaların, anne baba gibi davranması ve çocuklarını yönlendirmesi çok daha önemli. Başarılı birer anne baba olabilmek için liderlik yapabilmek ve çocuklara ölçülü bir otorite göstermek gerekir.

Şımarıklık, çocukta doğuştan var olan bir özellik değildir. Hiçbir çocuk şımarık doğmaz, ama daha bebeklikten başlayarak anne babasının ve diğer yetişkinlerin tutumları çocuğu şımarık hale getirir. Şımarık çocuk, genellikle gereksinimlerinin karşılanması konusunda belirli bir düzen bulunmayan çocuktur. Çok kere kendi istediğinin yerine, anne babasının kendisine vermek istedikleriyle yetinmek zorunda kalan, yanlış şeyler aldığı için de devamlı istekte bulunan çocuk şımarıktır. Anne veya baba çocuğa en pahalı oyuncakları, en iyi giysileri alarak adeta ondan esirgedikleri veya isteyip de gösteremedikleri sevgilerini kanıtlamak istemektedirler.

Şımarık çocuklarda, canının istediğini istediği zaman yaptırmaya çalışma, devamlı tutturma, gereken saatte yatmaya karşı aşırı direnç, sık sık ağlama, tepinme, arkadaşları ile uyum sağlayamama vb. gibi tepkilere sıkça rastlanır. Bu tür çocukları yeniden eğitmek, onlara makul bir disiplin planını kabul ettirmek, bazen eğiticiyi umutsuzluğa düşürecek kadar zordur. Yeniden eğitimin sağlanması, çocuğun sağlıklı bir duygusal yapıya kavuşması, tüm aile bireylerinin ortak çabaları ve o güne kadar uyguladıkları yöntemi değiştirmelerine bağlıdır.

Özgürlük başıboş, sorumsuz, sınırsız davranışlarda bulunmak değildir. Çocuk kendi sınırlarının ve başkalarına karşı sorumluluklarının olduğunun bilincinde olursa özgürce davranışlarda bulunabilir. Çocuğu özgürlük içinde bağımsız biri olsun niyetiyle yetiştireceğim diye onun her davranışını hoşgörür, hatalarına göz yumarsak şımartılmış çocuk sendromuna sebep olabiliriz. Arabanızla giderken çocuk mutlaka arka koltukta oturmalıdır ve emniyet kemerini takmalıdır. Çocuk istemiyor, söylüyorum dinlemiyor, ne yapayım ben de bıraktım ipin ucunu, ne hali varsa görsün demek doğru değildir. Güzel bir sözle, tatlı tatlı ikna edilerek, çocuğunuzu sabırla eğitmekten başka bir çare yok. Kıyamıyoruz, hadi kalbini kırmayayım derken şımarık, sınır tanımaz bir çocuk yetişmesine sebep olabilirsiniz. Çocuğunuza her şey aldığınız, her istediğini yerine getirdiğiniz halde o hala mutsuz ve doyumsuzsa, kendini dünyanın merkezi gibi düşünüp herkesin ve her şeyin kendi etrafında dönmesini istiyorsa, aşırı sinirlenme, taşkınlık gösteriyorsa aman dikkat !. Her şeyde ölçü, ikna metodu, şiddetten uzak sabır dolu eğitim yoludur.

Çocuğunuzun Şımarık Olmasını İstemiyorsanız: 
  • Yaşına uygun sınır ve kurallar koyun 
  • Önemli kurallar konusunda işbirliği etmesini isteyin 
  • Çocuğunuz ağlayabilir 
  • Öfke nöbetlerinin işe yaramasına izin vermeyin 
  • Kaliteli zaman geçirirken disiplini göz ardı etmeyin 
  • 4-5 yaşından önce demokratik olmaya çalışmayın 
  • Can sıkıntısı ile baş etmeyi öğretin 
  • Beklemeyi öğretin 
  • Yaşamın normal zorluklarından korumayın 
  • Takdirin dozunu kaçırmayın 
  • Yetişkinlerin haklarına saygı göstermeyi öğretin. 
Ne zaman uzman yardımı almak gerekir?
Disiplin ve terbiye konusunda eşler arasında sık sık çatışma yaşanıyorsa Kuralları kararlı bir şekilde uygulamaya çalıştığınız halde 2 ay sonunda herhangi bir gelişme sağlayamadıysanız
Çocuğunuzla ilgili çeşitli kaygı ve endişeleriniz varsa zaman kaybetmeden bir uzmandan yardım almalısınız.


0 yorum: